Siyah beyaz filmleri neden özlüyoruz?
Bu seneki Oscar’ın iddialı adaylarından “The Tragedy of Macbeth” muhteşem sinematografisi ile övgüler toplarken, şunu da sordurttu: Siyah beyaz filmler has sinemayı mı temsil ediyor ve onları özlüyor muyuz?
Müjde Işıl – Sinema sanat dalları içinde devinimi en hızlı olanı kuşkusuz… İlk yıllarında “ömrü uzun olmayacak bir eğlence” diye tanımlanan, sesliye geçildiğinde Chaplin başta olmak üzere pek çok sinemacının “Böyle sinema olmaz” diye itiraz ettiği, ardından renkliye geçip türlü teknolojik eklemelerle biçimlenen uzunca bir gelişme döneminden bahsediyoruz. ‘70’lerde etkinleşip ‘90’lardan itibaren iyice profesyonelleşen bilgisayar efekti kullanımı derken 3D ve IMAX versiyonlar hâkim oldu. Gelişmeye kapalılık olarak algılanmasın ama özellikle 3D’nin gözümüze gözümüze soktuğu imajlar, çoğunlukla baş ağrısıyla sonuçlanan gösteriş deneyimine dönüştü nihayetinde. Sinemanın görsel bir sanat olması, ona roller coaster muamelesi yapılmasını da beraberinde getirdi. Çünkü hız çağındayız ve her film bir öncekinden daha farklı, süratli, şaşırtıcı vs. olmalı… Bu beklenti o kadar suistimal edildi ki bir hafta önce izlediğimiz filmin bugün tek karesini bile hatırlamıyoruz. “İzle ve unut” adlı film türü, resmîleşti artık sinemada. İzliyoruz, anlık keyif alıyoruz, belki onu da almıyoruz ve zihnimizden hızlıca siliyoruz. Halbuki sinemayı bunun için bağrımıza basmamıştık! Siyah beyaz filmler işte bu noktada bizi sorgulamaya davet ediyor.
Her devrin klasiği
Bu seneki Oscar’ın güçlü adaylarından Coen Kardeşler’den Joel’in yazıp yönettiği “The Tragedy of Macbeth”, Bruno Delbonnel’in görüntü yönetmenliğinde başarılı bir Shakespeare uyarlaması kadar siyah beyaz bir şaheser de. Delbonnel’in bir röportajında filmin neden siyah beyaz olduğu sorusuna verdiği cevapta, bu seçimin zorunluluktan doğduğunu öğrenmek biraz can sıkıcı olsa da sonuç, iyi ki işler ters gitmiş dedirtiyor. Joel Coen aslında İskoçya’nın Skye kentinde çekim yapmayı planlamış ama pandemi nedeniyle bunu gerçekleştiremeyince kapalı mekâna yönelmiş. “Bu şartlarda neyi, nasıl inşa edecektik? Ve birden siyah beyaz çekmek baskın hâle geldi. Çünkü o zaman insanlar hiçbir şeyle, hiçbir renkle ilgilenmeyecekti. Duvar sadece duvar olacaktı” diyor Delbonnel.
“The Tragedy of Macbeth”in usta işi görüntüleri; sinemanın renklendiğinde neleri kaybettiğini, siyah beyazdaki ışık ve karanlığın zıtlığı ve uyumunun aslında sinemanın kalbi olduğunu hatırlatıyor bizlere. Daha eğlenceli olsun, renkler daha parlak görünsün, durağan olmasın vs. derken sinemanın özünün unutulduğunu hissettiriyor. Görüntü yönetiminin doğadan güzel manzaralar kadrajlamaya indirgendiği günümüz sinemasında ışık ve gölgenin değeri, siyah beyaz filmleri izleyince zihnimize nakşediyor. Mekân kullanımından karakterin ruh hâlini vurgulamaya dek sinemanın tüm inceliği ve gücü, siyah beyazın ustaca kullanımında bir araya geliyor.
Zamanın ruhu
Her şeyi sadece görüntüye indirgemek de doğru olmayabilir. Charlie Chaplin’in, Buster Keaton’ın siyah beyaz komedilerini de özlemle anıyoruz mesela. O mizah hiç eskimiyor. Şimdinin komedi anlayışına şaşkınlıkla bakarken 90-100 yıl öncesinin insanlarıyla aynı şeylere gülebiliyoruz. Online platformlarda ya da televizyonda siyah beyaz dönemden yadigâr filmleri izlediğimizde şimdinin çok övülen yapımlarının aslında yıllar öncesini örnek aldığını, şimdinin dâhi muamelesi yapılan fikirlerinin o zamanların kıt olanaklarıyla mükemmelce anlatıldığına şahit oluyoruz.
Belki bunların hepsine nostalji düşkünlüğü deyip kolayca geçebiliriz ama aslında şikâyet ettiğimizin basitlik ve taklit; özlediğimizin ise nitelik ve saf dokunuş olduğu aşikâr. Her şey geçmişte kaldı deyip hayıflanmanın da âlemi yok. Sinema tarihinin o altın siyah beyaz yıllarından neler keşfedebilirsek, şimdiye bakış açımız da o kadar genişleyecek, zenginleşecek. Bu, özlemimizi daha da katmerleyecek ama olsun. Hâlâ siyah beyazdan vazgeçmeyen sinemacıların varlığını bilmek, yüreğimize hep su serpecek.
sonbasin.com / Milliyet.com